İlkin Almanya'nın 16. yüzyıl başındaki durumu üzerine şöyle kuşbakışı bir gözatalım.
Alman sanayii, 14. ve 15. yüzyıllar içinde, güçlü bir atılım göstermişti. Yerel, kırsal ve feodal sanayi yerine, kentlerin geniş bir pazar, hatta uzak pazarlar için üretim yapan lonca sanayii geçmişti. Yünlü ve keten dokuma, sürekli ve çok yaygın bir sanayi durumuna gelmişti. Daha o zamanlar, Augsbourg'da, ince yün, keten ve ipek kumaşlar dokunuyordu. Dokuma sanayii yanında özellikle cevahircilerin, heykelcilerin, taş yontucuların, bakır ve ağaç gravürcülerinin, zırhçıların, madalyacıların, tornacıların vb. sanayileri gibi, ortaçağ kilise adamları ve laiklerinin lüksünde bir beslenme kaynağı bulan ustalık sanayileri de gelişmişti. En önemlileri barutun [10] ve matbaanın bulunması olan az çok önemli bir dizi bulgu, sanayiin gelişmesine büyük bir katkıda bulunmuştu.
Sanayiin yanısıra, tecim de gelişiyordu. Yüz yıllık deniz tekeli sayesinde, Hanse [11] , tüm Kuzey Almanya'nın, ortaçağ barbarlığının üstüne yükselmesini sağlamıştı. Ve Harise, 15. yüzyılın sonundan itibaren, İngiliz ve Hollandalıların rekabeti karşısında, hızla çökmeye başlamış bulunsa da, Hindistan'dan Kuzeye büyük ticaret yolu, Vasko de Gama'nın bulgularına karşın, Almanya'dan geçmeye devam ediyordu. Augsbourg, İtalyan ipeklilerinin, Hindistan baharatının ve tüm Doğu ürünlerinin her zaman büyük ambarı idi. Yukarı-Almanya kentleri, özellikle Augsbourg ve Nüremberg, o gün için dikkate değer bir zenginlik ve lüks merkezi idiler. Hammaddeler üretimi de, aynı biçimde, büyük ölçüde gelişmişti. Alman madencileri, 15. yüzyılda, dünyanın en usta madencileriydiler ve, öte yandan, kentlerin gelişmesi, tarımı ortaçağ barbarlığından kurtarmıştı. Sadece geniş toprakların tarıma açılması ile kalınmadı, ama yabancı ülkelerden getirilen, ve daha çok özen isteyen yetiştirilmeleri, tarım üzerinde genel olarak elverişli bir etkide bulunan boya bitkileri ve başka bitkiler de ekildi.
Her şeye karşın, Almanya ulusal üretimindeki gelişme, öbür ülkeler üretimindeki gelişmenin gerisinde kalmıştı. Tarım, İngiltere ve Hollanda'nın tarımından, sanayi de, İtalya, Flandre'lar, ve İngiltere'nin sanayiinden çok gerideydi ve, deniz ticareti alanında, İngilizler, ve hele Hollandalılar, daha şimdiden Almanları yenmeye başlamışlardı. Nüfus, henüz çok dağınıktı. Almanya'da uygarlık, az sayıda bir sanayi ve ticaret merkezi yöresinde toplanmış olarak, deyim yerindeyse, serpme bir durumda bulunuyordu. Bu merkezlerin çıkarları, birbirlerinden büyük ölçüde ayrılıyordu, ve şurada burada, eğer varsa, çok az bir temas noktası vardı. Güney, Kuzeyden bambaşka tecimsel ilişkilere ve bambaşka sürüm yerlerine sahipti. Doğu ve Batı, hemen her türlü dolaşımın dışındaydılar. Hiç bir kent, örneğin Londra'nın, daha o zamandan İngiltere için olduğu gibi, tüm ülkenin sanayi ve tecim merkezi olabilecek bir durumda değildi. İç ulaştırımlar, hemen sadece kıyı ve nehir taşımacılığı ve Augsbourg ve Nüremberg'den, Kolonya yolu ile, Hollanda'ya, ve Erfurt yolu ile, Kuzeye götüren birkaç büyük ticaret yolu ile sınırlanıyorlardı. Nehirlerin ve tecim yollarının uzağında, büyük ulaştırma yollarının dışında, ancak çok az yabancı ürün tüketip, sadece küçük bir miktarda ihraç ürünü üreterek, ortaçağ sonu yaşama koşulları içinde sıkıntılı bir yaşam sürdürmeye devam eden belli bir sayıda küçük kent bulunuyordu. Kırsal nüfus içinde, sadece soyluluk daha geniş çevreler ve yeni gereksinmeler ile temas durumunda idi. Büyük köylüler yığınına gelince, yakın yerel ilişkiler çerçevesini ve kendi dar yerel ufuklarını hiç bir zaman aşmamışlardır.
İngiltere ve Fransa'da, tecim ve sanayiin gelişmesi, tüm ülkedeki çıkarların sıkı bir bağlantısı, ve, dolayısıyla, siyasal merkezleşme sonucunu verdiği halde, Almanya, çıkarları, ancak, salt yerel merkezler yöresinde, eyaletler bakımından birleştirmesini başarabiliyor, bundan da, Almanya'nın dünya ticareti dışında bırakılması ile daha da güçlenen siyasal bir dağılma doğuyordu. Salt feodal imparatorluk dağıldıkça, bir imparatorluğun çeşitli parçalarını kendi aralarında bağlayan bağlar da ortadan kalktı, imparatorluğun büyük bağımlıları (vassalleri) az çok bağımsız prensler durumuna dönüştü, ve imparatorluğun imparator kentleri ile şövalyeleri, bazan birbirlerine, bazan prenslere ya da imparatora karşı birleştiler. Nasıl davranacağını bilemeyen imparatorluk hükümeti, imparatorluğu birleştiren çeşitli öğeler arasında sallanıp duruyor ve yetkesinden gitgide daha çok yitiriyordu. İmparatorluk hükümetinin Louis XI biçimi merkezleştirme girişimi, tüm dolaplara ve tüm zorlamalara karşın, sadece Avusturya topraklarını bir araya getirmesini başarabildi. Bu genel düzensizlikten, bu sayısız çatışmalar yumağından yararlananlar ve eninde sonunda yarar sağlaması gerekenler, dağınıklık içindeki merkezleşmenin temsilcileri, yerel ve eyaletsel merkezleşmenin temsilcileri olan, yörelerinde imparatorun bile gitgide öbürleri gibi bir prens durumuna geldiği prensler oldu.
Bu koşullar içinde, ortaçağdan kalma sınıfların durumu büyük ölçüde değişmiş, ve eski sınıflar yanında yeni sınıflar oluşmuştu.
Prensler, yüksek soyluluktan çıkmışlardı. Daha şimdiden, imparatordan hemen tamamen bağımsız, ve hükümdar haklarının çoğuna sahip bir durumda idiler. Kendi başlarına savaş ve barış yapıyor, sürekli ordular besliyor, parlamentolar topluyor ve vergiler koyuyorlardı. Küçük soyluluk ile kentlerin büyük bir bölümünü, daha şimdiden yetkeleri altına almışlardı. Henüz doğrudan doğruya imparatorluğa bağımlı öbür kent ve baronlukları da kendi topraklarına katmak için ellerinde bulunan tüm araçları kullanıyorlardı. İmparatorluk iktidarı karşısında, karşı-merkezleştirici (décentralisation) bir etkide bulundukları gibi, bu kent ve baronluklar karşısında merkezleştirici bir etkide bulunuyorlardı. İçte, yönetimleri daha şimdiden çok keyfi idi. Çoğu kez, ancak işin içinden başka türlü çıkamadıkları zaman zümreler temsilcilerini (états) toplantıya çağırıyorlardı. Canlarının istediği gibi vergiler koyuyorlardı. Temsilcilerin vergi oylama hakkı seyrek olarak tanınıyor ve daha da seyrek olarak uygulanıyordu. Ve hatta uygulandığı zaman bile, prens, vergi ödemeyen, ama vergiden paylarını alan iki zümre, yani şövalyelik ve din adamları sayesinde, genellikle çoğunluğa sahip bulunuyordu. Prenslerin para gereksinmesi, saraylarının lüksü ve genişlemesi, sürekli orduların kurulması ve artan hükümet harcamaları ile birlikte, artıyordu. Vergiler gitgide ağırlaştılar. Kentler, çoğu kez, ayrıcalıkları nedeniyle, vergilerden bağışık bulunuyorlarch. Sonuç olarak, vergilerin tüm ağırlığı, köylülerin, prens yurtlukları köylülerinin olduğu kadar, bağımlı şövalyelerin serfleri, angaryacıları ve yarıcı-kiracıları (tenanciers) üzerine yükleniyordu. Dolaysız vergiler yetmediği zaman dolaylı vergilere başvuruluyordu. Hazine açıklarını kapatmak için, maliye sanatının en ince manevraları kullanılıyordu. Bütün bunlar yetmediği, rehine koyacak hiç bir şey kalmadığı, ve hiç bir özgür imparator kenti borç vermek istemediği zaman da, para işlemlerinin en kötüsüne başvuruluyor, kalp para basılıyor, hazinenin o sıradaki çıkarına göre, yüksek ya da alçak, zorunlu dolaşım oranları saptanıyordu. Daha yüksek fiyatla yeniden satmak üzere, sonra zorla geri alınan bazı ayrıcalıkların ticareti, tüm karşıkoma girişiminin her türlü haraç ve yağmaya bahane olarak sömürülmesi, vb. vb., bütün bunlar, o çağda, prensler için önemli ve günlük gelir kaynakları idiler. Son olarak, adalet de, onlar için sürekli ve çok önemli bir tecim konusu idi. Kısacası, ayrıca prensin yargıçları ile öbür görevlilerinin açgözlülüklerini de doyurma zorunda bulunan o çağın uyrukları, "ataerkil” yönetim sisteminin nimetlerinden bol bol yararlanıyorlardı.
Orta soyluluk, ortaçağ feodal aşama-sırasından hemen tamamen silinmişti. Üyelerinin bir bölümü bağımsız küçük prensler durumuna gelmişti; öbürleri, küçük soyluluk safları içine düşmüştüler. Küçük soyluluk, şövalyeler, hızla sonlarına yaklaşıyorlardı. Küçük soyluluğun büyük bir bölümü, daha şimdiden sefalete düşmüş, ve sadece, asker ya da sivil işlerde, prenslerin hizmetinde yaşıyordu. Bir başka bölümü, prenslerin bağlılık ve bağımlılığı içinde bulunuyordu. Azınlık, imparatorluğun dolaysiz bağımlılığı içinde idi. Askeri tekniğin gelişmesi, piyadenin artan rolü, ateşli silahlardaki ilerleme, bu soyluluğun ağır şövalye olarak askeri önemini azalttı ve, aynı zamanda, müstahkem şatolarının zaptedilmezliğine son verdi. tıpkı Nüremberg zanaatçılarının varlığı gibi, sanayiin ilerlemesi ile, şövalyelerin varlığı da gereksiz bir duruma geldi. Para gereksinmeleri, yıkımlarına büyük ölçüde katkıda bulundu. Şatolarda yaşanılan lüks, cirit oyunları ve şenliklerdeki göz kamaştırıcılık yarışı, silah ve at fiyatları, toplumsal gelişmenin ilerlemesi ile birlikte artmış, oysa şövalye ve baronların gelir kaynakları ya çok az artmış, ya da hiç artmamımtı. Yağma ve haraçları, büyük yollar eşkıyalığı ve bu türlü başka soylu uğraşlar ile birlikte yürütülen özel savaşlar, zamanla çok tehlikeli bir duruma geldi. Uyrukların borç ve yüküm ödemeleri, eskisinden pek de çok bir şey getirmiyorlardı. Artan gereksinmelerini karşılamak için, feodal beyler (senyörler), prenslerin kullandıkları araçlara başvurmak zorunda kaldılar. Köylülerin soyluluk tarafından sömürüsü yıldan yıla ağırlaştı. Serflerin sıkılıp suyu çıkarıldı, angaryacılar (corvéable), her türlü bahane ve etiket altında, yeni vergi ve yükümler altına sokuldu. Angaryalar, vergiler, yükümlülükler, toprak işleme hakları, mallarını kullanma hakkı, kalıtım hakkı, vb., tüm sözleşmeler çiğnenerek, keyfi bir biçimde artırıldılar. Adalet ya esirgeniyor, ya da satılıyordu, ve şövalye, artık köylüden para sızdırmak için hiç bir bahane bulamadığı zaman, şuna buna bakmadan onu hapse atıyor, ve özgürlüğünü sattın almaya zorluyordu.
Küçük soyluluk, öbür zümrelerle (ordre) de iyi geçinemiyordu. Bağımlı (vassale) soyluluk, imparatorluk soyluluğu durumuna gelmeye çabalıyordu. İmparatorluk soyluluğu da, kendi payına, bağımsızlığını korumaya çalışıyordu. Prenslerle olan sürekli anlaşmazlıkların nedeni buydu. Şövalyeler, o kendini beğenmiş havaları ile, kendilerine gereksiz bir zümre gibi görünen din adamları zümresinin hem büyük yurtluklarına, hem de bekârlık ve kilise yasası yüzünden bölünemeyen engin zenginliklerine istekli bir gözle bakıyorlardı. Kentlerle ardı arası kesilmeyen savaşımlar içindeydiler. Onlara paraca borçluydular; onların topraklarını yağma ederek, tecimenlerinin yolunu kesip soyarak, savaşlarda tutsak edilen yurttaşlarını haraca keserek yaşıyorlardı. Ve şövalyeliğin bütün bu zümrelere karşı savaşımı, para sorunu onun için giderek dirimsel bir sorun haline geldikçe, daha da kızışıyordu.
Ortaçağ feodal ideolojisi temsilcisi olan din adamları zümresi (clérgé), tarihsel altüst oluştan daha az etkilenmiyordu. Matbaanın bulunması ve tecim gereksinmelerinin genişlemesi, bu zümrenin elinden sadece okuma yazma tekelini değil, ama yüksek kültür tekelini de almıştı. İşbölümü, entelektüel alanda da kendini gösterdi. Din adamları zümresi, yeni hukukçular kastı tarafından bir dizi son derece etkin görevden uzaklaştırıldığını gördü. Bu zümre de, büyük ölçüde gereksiz bir duruma gelmeye başladı, zaten tembelliği ve artan bilgisizliği de bunu gösteriyordu. Ama, ne kadar gereksiz bir duruma geliyorsa, elde olan tüm araçlarla durmadan daha da artırdığı engin zenginlikleri sayesinde, o kadar kalabalıklaşıyordu.
Din adamları zümresi de, birbirinden adamakıllı ayrı iki sınıf biçiminde bölünüyordu. Feodal kilise hiyerarşisi, aristokratik sınıfı oluşturuyordu: piskoposlar ve başpiskoposlar, manastır başpapazları, manastır başkanları ve öbür yüksek aşamalı papazlar. Bu yüksek kilise görevlileri, ya imparatorluk prensleri, ya da başka prenslerin metbuluğu (suzeraineté) altında, birçok serfler ve angaryalılar ile birlikte, geniş toprakları egemenlikleri altında tutan feodal beylerdiler. Uyruklarını sadece soyluluk ve prensler kadar acımasızca sömürmekle kalmıyor, ama bu işi daha da kinik bir biçimde yapıyorlardı. Dolaysız zor dışında, dinin bütün mizikçılıklarını; uyruklarının son mangırlarını sökmek ve kilise varlığını artırmak için, işkencenin korkunçlukları dışında, aforoz ve günah bağışlamanın tüm korkunçluklarını kullanıyorlardı. Belge sahteciliği, bu ulu kişiler için, günlük ve alışılmış bir para sızdırma aracıydı. Ama, sıradan feodal yükümlülük ve vergiler dışında, ayrıca öşür de aldıkları halde, tüm bu gelirler onlara gene de yetmiyordu. Halktan daha çok para sızdırmak için, kutsal resim ve tansıklı kutsal evliya eşyası üretmeye, dua yerleri örgütlemeye, günah bağışlama ticareti yapmaya giriştiler, ve bu iş, uzun zaman, çok büyük bir başarı ile sürdü.
Bu yüksek aşamalı papazlar ile, onların, siyasal ve dinsel sapkınlıkların (hérésies) yayılması ile durmadan güçlenen kalabalık keşişler jandarması, hem halkın, hem de soyluğun hınç konusu idiler. Doğrudan doğruya imparatorluğa bağımlı bulundukları ölçüde, prensler için bir engel oluşturuyorlardı. Kocagöbekli piskoposlar ve başpapazlar ile onların keşişler ordusunun tatlı hayatı, soyluluğun kıskançlığını çekiyor, ve vaazları ile apaçık bir çelişme durumunda bulunduğu ölçüde, bunun masraflarını çeken halkı kızdırıyordu.
Din adamları zümresinin halk takımı (plébéinne) bölüntüsü, köy ve kent bölge papazlarından (curé) oluşuyordu. Bunlar, kilise feodal aşama-sırasının dışında idiler, ve zenginliklerinden hiç bir pay almıyorlardı. Çalışmaları pek denetlenmiyordu, ve bu çalışma kilise bakımından ne kadar önemli olursa olsun, şimdilik kışlaya sokulmuş keşişlerin polis hizmetleri kadar gerekli değildi. Bu nedenle onlara çok az para veriliyordu, ve arpalıkları da, çoğu zaman, çok değersizdi. Burjuva ya da halktan geldikleri için, yığının maddi durumuna, papaz olmalarına karşın, burjuva ve halkta sevgi uyandıracak kadar yakın bulunuyordu. Çağın hareketlerine katılma, keşişlerde çok seyrek görülen bir şey olmasına karşın, bu, papazlarda kuraldandı. Hareketin teorisyen ve ideologlarını bunlar sağlamış, ve aralarından, halk takımı ve köylülerin temsilcisi olan birçoğu, bu nedenle, darağacında ölmüşlerdir. Bundan ötürü, halkın rahiplere karşı beslediği hınç, bu papazlara karşı ancak çok seyrek olarak yöneliyordu.
Prenslerin ve soyluluğun üstünde imparatorun bulunması gibi, yüksek ve aşağı din adamları zümresinin üstünde de papa bulunuyordu. İmparatorun, "olağan santim”i, imparatorluk vergilerini toplaması gibi, papa da, Roma sarayının lüksünü ödediği genel kilise vergilerini topluyordu. Bu kilise vergileri, rahiplerin gücü ve sayısı sayesinde, hiç bir ülkede, Almanya'da olduğu kadar özene bezene ve santim şaşmadan toplanmamıştır. Özellikle, piskoposlukların açılması vesilesi ile alınan vergilerde durum böyleydi. Artan gereksinmeler ile birlikte, yeni para sağlama yolları bulundu: kutsal eşya ve günahların bağışlanması ticareti, papanın, katoliklerin günahlarını affetmesi dolayısıyla toplanan armağanlar vb.. Her yıl, Almanya'dan Roma'ya, böylece büyük paralar akıyor, ve bundan doğan artan baskı, sadece rahiplere karşı beslenen hıncı büyütmekle kalmıyor, ama, özellikle, o çağın en ulusal zümresi olan soylulukta, ulusal duyguyu da güçlendiriyordu.
Ortaçağ kentlerinin eski küçük-burjuvaları, ticaret ve sanayideki gelişme sonucu, birbirinden iyice ayrı üç bölüntü doğurmuşlardı.
Kent topluluğunun başında ayrıcalıklı sınıf (patriciat), halk arasındaki deyimle "eşraf” (die Ehrbarkeit) bulunuyordu. Bu bölüntü, en zengin ailelerden bileşiyordu. Kent Meclisinde sadece bu aileler toplanıyor ve bütün belediye görevlerini bu aileler görüyorlardı. Böylece, bu aileler sadece kent gelirlerini yönetmekle kalmıyor, ayrıca bu gelirlerle yaşıyorlardı da. Zenginlikleri ile, imparator ve imparatorluk tarafından kabul edilen geleneksel aristokratik durumları ile güçlü olarak, tüm komünü, ve kent uyruğu tüm köylüleri, türlü biçimlerde sömürüyorlardı. Tahıl ve para tefeciliği yapıyor, her türlü tekeli kendilerine mal ediyor, baltalık ve otlak haklarını, birbiri ardına, komünün elinden alıyor, komün orman ve otlaklarından salt kendileri yararlanıyor, yollar, köprüler, kapılar üzerine keyfi ayakbastı paraları ve başka vergiler koyuyor, ve loncasal ayrıcalıklar, yurttaşlık ve ustalık hakları, ve adalet ticareti yapıyorlardı. çevredeki köylüler, bu bölüntüden, soyluluk ya da papazlardan gördükleri davranıştan daha iyisini görmüyorlardı. Tersine, kırlardaki hepsi de bu bölüntüden olan belediye yargıç ve görevlileri, para sızdırma işinde, aristokratik sertlik ve doymazlığa, bir de belli bir bürokratik incelik katıyorlardı. Bu biçimde toplanan belediye gelirleri, çok keyfi bir biçimde yönetiliyorlardı. Salt bir formalite olan belediye muhasebesi, elden geldiğince savsaklanıyor ve içinden çıkılmaz bir duruma getiriliyordu. Belediye paralarının çalınıp aşırılması günlük işlerdendi. 1848 yılının o kadar çok belediye yönetiminde ortaya çıkardığı güveni kötüye kullanmalar düşünülünce, ayrıcalıklarla çevrili, akrabalık bağları ve ortak çıkarlarla sıkı sıkıya birleşmiş az sayıdaki bir kast için, kent gelirleri aracıyla büyük ölçüde zenginleşmenin ne kadar kolay olacağı kendiliğinden anlaşılır.
Kentsel komün haklarını her yerde, özellikle maliye alanında yok etmek için, ayrıcalıklılar, gerekli olanı yapmışlardı. Komünler, hiç olmazsa belediye yönetiminin denetimini ellerine geçirmek için, ancak daha sonra, bu efendilerin dolandırıcılıkları dayanılmaz bir duruma geldiği zaman, yeniden harekete geçtiler. Ve bu işte, aslında kentlerin çoğunda da başarı kazandılar. Ne var ki, loncalar arasındaki sonu gelmez uyuşmazlıklar sayesinde, ayrıcalıklıların direngenliği, ve imparatorluk ve bağlaşık kentler hükümetlerinden gördükleri destek sayesinde, ayrıcalıklı belediye meclisi üyeleri, ister kurnazlık, ister zorla olsun, az zaman içinde, eski egemenliklerini, gerçekte yeni baştan kurmayı başardılar. 16. yüzyıl başında, bütün kentlerde, komün yeni baştan muhalefet içinde bulunuyordu.
Ayrıcalıklı bölüntüye karşı bu muhalefet, kendini Köylüler Savaşı sırasında çok açık bir biçimde gösteren iki bölüntüden bileşiyordu.
Bizim bugünkü liberallerimizin öncüsü olan burjuva muhalefet, zengin ve orta burjuvalar ile birlikte, küçük-burjuvaların, yerine göre, az ya da çok önemli bir bölümünü biraraya getiriyordu. İstemleri, sadece anayasal alan üzerinde toplanıyordu. Bu muhalefet, belediye yönetimi üzerinde bir denetim hakkı ve ister komün meclisinin kendisi aracılığı ile, isterse komünal (büyük meclis, belediye meclisi) bir temsil aracılığı ile olsun, yasama gücüne bir katılma, ayrıcalıklı hısım kayırıcılığı ve ayrıcalıklı bölüntü içinde kendini gitgide daha açık bir biçimde gösteren birkaç aile oligarşisinin sınırlandırılmasını istiyordu. Bundan başka, olsa olsa, meclisteki birkaç yerin, kendi içinden sevilmiş küçük-burjuvalar tarafından doldurulmasını istiyordu. Kendisine, şurada burada, ayrıcalıklıların hoşnutsuz ve sınıflarından kopmuş bölüntüsünün de katıldığı bu parti, tüm olağan komün meclisleri ve loncalarda, büyük çoğunluğu oluşturuyordu. Meclis yandaşları ve radikal muhalefet, asıl burjuvalar arasında çok küçük bir azınlık oluşturuyordu.
Bu "ölçülü”, "yasal”, "rahat”, "akıllı” muhalefetin, 16. yüzyıl hareketi içinde, kalıtımcısı olan anayasacı partinin, 1848 ve 1849 yılları hareketi içinde oynadığı rolün tıpkısını, ve aynı başarı ile nasıl oynadığını görme fırsatını bulacağız.
Öte yandan, burjuva muhalefet, tembellik yaşamı ve gevşek töreleri kendisinde tepki uyandıran rahipleri daha da sert bir biçimde kınıyordu. Bu kutsal insanların utanılacak yasama biçimlerine karşı tedbir alınmasını, rahiplerin yararlandığı özel yargılama yetkisi ve vergi bağışıklığının kaldırılmasını ve, genel olarak, keşiş sayısının azaltılmasını istiyordu.
Halk muhalefeti, sınıflarından kopmuş burjuvalar ve, kalfalar, gündelikçiler ve lumpenproletaryanın, kentlerin gelişmesinin en düşük derecelerinde bile görülen bu ayaktakımının birçok tohum halindeki öğeleri gibi, yurttaşlık haklarından yoksun kentliler yığınından bileşiyordu. Zaten lumpenproletarya, geçmiş toplumun hemen tüm evrelerinde, az çok gelişmiş bir biçimde görülen bir olaydır. Belirli bir ekmek kapısı ve başını sokacak belli bir yeri olmayan kimseler yığını, tam da bu çağda, feodalizmin, her mesleğin, yaşamın her düzeyinin, birçok ayrıcalık arkasında mevzilendiği bir toplum halinde dağılması ile, büyük ölçüde artmıştı. Tüm ileri ülkelerde, serseriler sayısı, hiç bir zaman 16. yüzyılın birinci yarısında olduğu kadar yüksek olmamıştır. Bu serserilerden bazıları, savaş dönemleri boyunca, ordulara yazılıyor, bazıları kapı kapı dileniyor, son olarak başka bazıları da, kentlerde, günlük işler ya da loncalar tarafından kapılmamış başka uğraşlar aracıyla, sefil hayatlarını kazanmaya çalışıyorlardı. Bu üç öğe de, Köylüler Savaşında bir rol oynarlar: birincisi, köylülerin karşılarında yenik düştükleri prenslerin ordularında; bozguncu etkisi kendini her an gösteren ikincisi, köylü komploları ve köylü çetelerinde; üçüncüsü de, kentliler partilerinin savaşımlarında. Öte yandan, bu sınıfın büyük bir bölümünün, özellikle kentler öğesinin, o çağda, sağlıklı köylü özlüğünden henüz büyük bir varlığa sahip bulunduğunu, ve modern ayaktakımının satılmışlık ve bozulmuşluk derecesine erişmekten henüz uzak olduğunu da unutmamak gerek.
Kentlerdeki halk muhalefetinin, o çağda, çok karışık öğelerden bileştiği görülüyor. Bu muhalefet, eski feodal ve loncasal toplumun sınıflarından kopmuş öğeleri ile, doğmakta bulunan burjuva toplumun henüz gelişmemiş, ancak tohum halindeki proleter öğelerini bir araya getiriyordu. Bir yanda, yoksul düşmüş, varolan burjuva düzene hâlâ lonca ayrıcalıkları ile bağlı zanaatçılar; öte yanda, topraklarından kovulmuş köylüler ile işlerinden çıkarılmış ve henüz proleter durumuna dönüşmeyen hizmetkârlar. Bunlar arasında, şimdilik resmi toplumun dışında kalmış ve, yasama koşulları bakımından, o günün sanayisi ile lonca ayrıcalıklarının izin verdiği ölçüde proletaryaya yaklaşan, ama, aynı zamanda, işte tam da bu ayrıcalıklar nedeniyle, hemen hepsi geleceğin ustaları ve burjuvaları olan kalfalar vardı. Bu nedenle, bu çeşitli öğeler karışımının parti davranışı, zorunlu olarak pek güvenilmez ve yerine göre değişen bir davranıştı. Köylüler Savaşına kadar, halk muhalefeti, bir parti olarak, siyasal savaşımlara katılmadı. Kendini ancak burjuva muhalefetin bir bölüntüsü, gürültücü, gözü yağmada, birkaç fıçı şaraba satılan bir bölüntüsü olarak gösteriyordu. Bu muhalefeti bir parti durumuna dönüştüren şey, köylülerin ayaklanmalarıdır; ve hatta o zaman bile, bu muhalefet, istemlerinde ve eyleminde, hemen her yerde, köylülere bağımlı kaldı, — bu da, o çağda, kentlerin henüz kıra ne derecede bağımlı bulunduklarını ilgi çekici bir biçimde tanıtlar. Bu muhalefet, bağımsız bir eylem yürüttüğü ölçüde, kır üzerin,de kentin sanayi tekellerinin kurulmasını istiyor, kent yöresi köylüleri üzerine çöken feodal yükümlülüklerin kaldırılması ile kent gelirlerinin azaltılmasına karşı çıkıyordu; kısacası, bu önlemde, gericiydi, kendi öz küçük-burjuva öğelerine boyun eğiyor, ve böylece, modern küçük-burjuvazinin, demokrasi firması altında üç yıldan beri oynadığı traji-komediye ilginç bir prelüd sağlıyordu.
Thüringen'de, Münzer'in, ve bazı başka yerlerde de, onun çömezlerinin dolaysız etkisi altındadır ki, kentlerin halk bölüntüsü, tohum halindeki proleter unsur, bir anda hareketin bütün öbür bölüntüleri üzerinde ağır basacak derecede, genel fırtına tarafından sürüklendi. Tüm Köylüler Savaşının doruk noktasını oluşturan, ve bu savaşın en yüce çehresi olan Thomas Münzer'in çehresi yöresinde toplanan bu oluntu (épisode), aynı zamanda, en kısa oluntudur. Bu öğenin çabucak yıkılacağını, daha çok fantastik bir niteliğe bürüneceğini, ve istemlerinin ifadesinin son derece karışık kalacağını anlamak güç değildir, çünkü, çağın koşullarında, en dayanıksız toprakla karşılaşan öğe, bu öğedir.
Sonuncusu bir yana bırakılırsa, bu sınıfların altında, ulusun sömürülen büyük yığını: köylüler bulunuyordu. Tüm toplumsal katmanlar yapısı: prensler, memurlar, soylular, papazlar, ayrıcalıklılar ve burjuvalar, hep bunlar üzerine çöküyordu. İster bir prense, ister bir imparatorluk baronuna, ister bir piskoposa, isterse bir manastır ya da bir kente bağlı bulunsun, köylüye her yerde bir eşya gibi, bir yük hayvanı gibi, hatta çoğu kez daha da kötü davranılıyordu. Serf olarak, efendisi, onu, canının istediği gibi kullanıyordu. Angaryacı olarak, sözleşmeye dayanan yasal yükümlülükler onu ezmeye yetiyordu, ama bu yükümlülüklerin kendileri günden güne daha ağır bir duruma geliyordu. Zamanın en büyük bölümünü, efendisinin toprakları üzerinde çalışmakla geçirmeliydi. Kendisine kalan az bir zamanda kazandığı şey üzerinden efendisinin hakkını (cens), öşürü, yükümlülüklerini (redevance), haracı (taille), yolluğu (askeri vergi), devlet vergilerini ve imparatorluk harçlarını ödemeliydi. Efendisine bir vergi ödemeksizin ne evlenebilir, hatta ne de ölebilirdi. Üstelik, alelade feodal angaryalar dışında, efendisi için saman, çilek, yaban mersini devşirmeli, salyangoz toplamalı, av avlamalı, odun yarmalıydı, vb.. Balık tutma ve avcılık yapma hakkı efendiye aitti, ve köylü, av hayvanlarının kendi ürününü çiğnemesine elini kolunu bağlayarak bakmalıydı. Köylülerin ortak otlak ve korulukları, beyler tarafından hemen her yerde ellerinden zorla alınmış1ardı. Ve bey, köylünün mülkünü nasıl dilediği gibi kullanıyorsa, kişiliğini de, karısının ve kızlarının kişiliklerini de öyle kullanıyordu. İlk gece hakkı vardı. Canı istediği zaman, köylüyü, onu orada bugün sorgu yargıcının beklediği kadar kesin bir biçimde işkencenin beklediği hapse attırabiliyordu. Keyfine göre, onu geberesiye dövdürtüyor ya da kafasını kestiriyordu. Caroline'in[12] , o "kulakları kesme”, "burnu kesme”, "gözleri oyma”, "parmakları ve elleri koparma”, "kafayı kesme”. "çark işkencesiyle öldürme”, "yakma”, "kızgın kerpetenle çimdikleme” "hükümlünün kol ve bacaklarını atlara bağlayıp çektirerek kopartma” gibi örnek davranışlarının hiç biri yoktu ki, soylu beyler, köylülere karşı, canlarının istedikleri gibi kullanmamış olsun. Onları, bunu yapmaktan kim alıkoyabilirdi? Yargıç kürsülerinde, kendilerine hangi iş için para verildiğini çok iyi bilen baronlar, rahipler, ayrıcalıklılar ya da yasacılar oturuyorlardı. Çünkü imparatorluğun tüm resmi zümreleri (ordre), köylülerin sömürüsünden geçiniyorlardı.
Gene de, kendilerini ezen boyunduruk altında dişlerini gıcırdatsalar da, köylülerin ayaklanması, çok güçtü. Dağınıklıkları, ortak bir anlaşmayı son derece güçleştiriyordu. Ardarda gelen kuşakların boyuneğme alışkanlığı, birçok bölgede silah kullanma alışkanlığının yitirilmesi, beylerin kişiliğine göre bazan hafifleyen, bazan ağırlaşan sömürünün sertliği, köylüleri dinginlik içinde tutmaya yardım ediyordu. Bu nedenle, ortaçağda, birçok yerel köylü isyanları görülür, ama, hiç değilse Almanya'da, Köylüler Savaşından önce, köylülüğün bir tek genel, ulusal ayaklanması görülmez. Buna, köylülerin, tek başlarına, karşılarında prenslerin, soyluluğun ve kentlerin, sağlam bir bağlaşma biçiminde birleşmiş örgütlü gücünü buldukları sürece, bir devrim yapmaya yetenekli olmadıklarını da eklemek gerek. Sadece başka zümrelerle bir bağlaşma, onlara bir yenme olanağı kazandırabilirdi, ama hepsi onları aynı derecede sömürdükleri zaman, başka zümrelerle nasıl bir bağlaşma kurabilirlerdi?
Böylece, 16. yüzyılın başında, imparatorluğun çeşitli zümreleri: prensler, soyluluk, yüksek din adamları, ayrıcalıklılar, burjuvalar, halk ve köylüler, gereksinmeleri son derece çeşitli ve çelişik, karmakarışık bir yığın oluşturuyorlardı. Her zümre öbürüne karşı çıkıyor, ve bütün öbürleri ile, bazan açık, bazan kapalı, sürekli bir savaşım içine girmiş bulunuyordu. Birinci Fransız Devrimi çağında görülen, ve şimdi de, en ileri ülkelerde, gelişmenin daha yüksek bir evresinde saptanan, ulusun o iki büyük kamp biçimindeki bölünüşü, o zamanki koşullar içinde olanaksızdı. Bu bölünme, hatta çok yaklaşık bir biçimde, ancak ve ancak, ulusun aşağı katmanı, yani bütün öbür zümreler tarafından sömürülen köylüler ve halktan kimseler ayaklandığı zaman olabilirdi. Eğer Alman ulusunun, feodal soyluluk, burjuvazi, küçük-burjuvazi, köylülük ve proletarya biçimindeki, gene de çok daha az karmaşık olan güncel bileşiminin, şu son iki yıl içinde ne kadar büyük bir karışıklık doğurduğu anımsanırsa, o çağdaki çıkarların, görüş ve özlemlerin karışıklığı kolayca anlaşılacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.